“Çekiyorsunuz ama yayınlamıyorsunuz, sesimizi kimse duymuyor.”
2015 yılında, İstanbul’da polis uzun yıllardır barışçıl bir şekilde yapılan Onur Yürüyüşü’ne saldırırken, öfkeden çok yılgınlıkla söylenmiş bir çığlıktı. Hande Kader, arkadaşı Didem Akay’la birlikte yerde oturmuş, üzerlerine TOMA’larla su sıkılırken böyle sesleniyordu medyaya. Çok geçmeden Hande de Didem de gözaltına alındı. O gün, polis saldırısında gözünü kaybeden de oldu, yaralanan da.
Çekilen fotoğraflar yayınlandı. Ama ne Hande’nin ne de Didem’in adını göremedik medyada. Zaten gündem yoğundu. Bir sonraki Onur Yürüyüşü’ne kadar, LGBTİ+’ların hikayelerini medyada görebilmemiz ancak öldürüldüklerinde veya iktidar hedef gösterdiğinde mümkündü. Nitekim öyle de oldu. Yürüyüşten bir yıl sonra, 2016 yılında İstanbul’da gencecik bir trans kadının yakılarak öldürüldüğü ortaya çıktı. Öldürülen, Hande Kader’di. Bu sefer ismiyle de yer aldı medyada. Herkes yazdı. Sonra Hande de medyanın unutulanlar mezarlığına gömüldü. Şimdilerde sadece LGBTİ+ örgütlerinin basın açıklamalarında, öldürülen trans kadınlar sayılırken söylenen isimlerden biri Hande.
Yanıbaşındaki arkadaşı Didem’in adı ise, 2019’da medyada yer aldı. Didem, intihar etmişti ve medya 2016’daki o fotoğraf karesini, Hande Kader’i hatırlatarak Didem’den birkaç satır da olsa bahsetti. Sonra o da unutuldu.
Unutulmasın diye habercilik
Türkiye’de LGBTİ+ haberciliği yapmak, bu unutuluşa meydan okumak demek. Gündemin yoğunluğu, “daha önemli” meselelerin ağırlığı, siyasetin belirleyiciliği gibi bahanelere sığınmadan, yılmadan, usanmadan hikayeler dinlemek ve o hikayeleri yazmak demek. Popüler ve haberden çok haberciyi öne çıkaran ana akım gazeteciliğe inat; bu kadar sessizleştirilen insanlarla ilgili haber yaparken sadece ve sadece sessizlerin sesi olduğunu bilmek demek…
Meslekte onuncu yılımdayım. Bunun 8 yılı ağırlıklı olarak LGBTİ+ haberleri yazmakla geçti. Gazeteciliği; 2010’ların başında Romanların, Kürtlerin, trans kadınların yaşadığı İstanbul Tarlabaşı sokaklarında öğrendim. Kentsel dönüşüm adı altında bir bir orada yaşayanların evleri yıkılırken habercilik pratiğim de ister istemez bir hafızanın kaydını tutmaya dönüştü. Sokaklardan adliyelere, onur yürüyüşlerinden bir cinayet sonrası yas evine 81 illik Türkiye’nin 35 şehrinde haber peşinde koşarak geçen 10 yılın ardından, başladığım yerdeyim. Unutulmasın diye anlatmak. Özneleri değişen ama nesne ve tümleçleri hep aynı kalan haber cümlelerini “Of” demeden tekrar tekrar kurmak.
Kimsenin yazmadığını yazmak
İlk haberimse 2012 yılından. Öğrenciyken haberciliği öğrenmek için gönüllü olarak başladım ben mesleğe. Daha doğrusu, bir LGBTİ+ aktivisti olarak tanık olduklarımı gazetelerde okuyamayınca iş başa düştü dedim. O yıl, İstanbul’un merkeze uzak bir ilçesi olan Avcılar’da yaşayan trans kadınlara büyük bir linç kampanyası örgütlenmeye başlamıştı. Televizyon kanallarında “mahalle sakinleri” konuşuyor, “Mahallemizde travesti istemeyiz” diyorlardı. Eş zamanlı olarak ahlak masasından polisler trans kadınların evlerini basıyordu. Bir gün, “mahalle sakinlerinin” trans kadınların yaşadığı apartmanın girişinde toplandığını, ateş yaktıklarını, kadınların evden dışarı çıkmasına izin vermediğini duyduk. Apar topar yola koyulduk. Haberci olarak gitmemiştim ama orada gördüğüm manzara, beni ilk haberimi yazmaya itti.
Gerçekten de ateş yakılmıştı ve birileri toplanmıştı. Ama beni şok eden, toplananların kimler olduğuydu. Bir tarafta, dinsel kıyafetler giymiş bir adamın çevresinde bir öbek insan vardı. Dinsel kıyafetli adam, “Bunlar günahkar” dedikçe grup esrik bir hezeyanla kendinden geçiyordu. Onun hemen yanında askeri bir cipin üzerinde, emekli albay olduğunu söyleyen başka bir adam kendi kitlesine sesleniyordu, “Mustafa Kemal’in ülkesinde travestilere yer yok, teröristlerle savaştığımız gibi travestilerle de savaşırız” dedikçe o kitle de hezeyana kapılıyordu. Dönem itibariyle bir araya gelmesi pek mümkün olmayan iki siyasi-sosyal grup, linç ortaklığında buluşmuştu. Az ileride orta yaşlı kadınlar çekirdek çitleyerek yaşananları izliyor, linç grubunun son halkası olan mahalle delikanlıları da poz kesiyordu. Linç için bir araya gelmiş beş benzemez, hilal şeklinde dizilip trans kadınların evlerini çembere aladursun; polis uzak bir mesafeden olayları izlemekle yetiniyordu. Daha fenası olamaz derken birileri baklava getirdi. Hep beraber baklava yediler. Polise de ikram ettiler.
Gazeteciler mi? Onlar henüz olay yerinde yoktu. Birkaç kameraya takıldı sadece gözüm. Çekiyorlardı ve yayınlayacaklardı. Ama hiçbiri trans kadınlara soru sormak, onlarla görüşmek niyetinde değildi. Birer birer linç için oraya toplananlara soru sorup, dediklerini kaydediyorlardı.
İngilizce konuşup, sanki o apartmanda yaşayan birinin turist misafiriymiş gibi yaparak kalabalıktan sıyrılıp kadınların yaşadığı eve girdim. Bir kısmını tanıdığım, bir kısmıyla orada tanıştığım kadınlar, endişe içinde “Kimse bizim ne yaşadığımızı bilmiyor. Kimse bizi çekmiyor” dediklerinde; “Ben yazarım” derken buldum kendimi. Kameram, fotoğraf makinem, akıllı telefonum, ses kayıt cihazım yoktu. Ama o gece yanlarında kalıp, anlattıklarını not alarak ilk haberimi yazdım ve tanıdığım bir haber sitesine yolladım. Böylece de meslek hayatım başlamış oldu.
Bir gün, belki…
Bu haberin üzerinden 10 yıl geçti ve benim gazeteci olarak kurduğum cümleler maalesef pek değişmedi. Yeri geldi başka bir linçin ortasından bildirmek zorunda kaldım, yeri geldi Onur Yürüyüşü’nde polis saldırısını yazdım, yeri geldi gözaltına alındım, yeri geldi polisten dayak yedim. Bir gazetecinin ve bir LGBTİ+ kişinin yaşayabileceklerini kombo halinde yaşarken, aklımdan Avcılar’daki o gece hiç gitmedi. “Ben yazmazsam, muhtemelen kimse yazmayacak” diye düşünerek geçiyor meslek hayatım. O ilk gecenin tekrarı gibi habercilik hikayem…
Seneler içerisinde İstanbul’un göbeğinde eşcinsel bir mültecinin, Wisam Sankari’nin kafası kesilerek öldürülmesini arkadaşlarıyla görüşüp haberleştirdiğimde bu haberin uluslararası medyada yer almasıyla mesleki sorumluluğumu yerine getirdiğimi hissettiğim örneklerde de; ne yaparsam yapayım bir türlü ulusal ya da uluslararası medyada yer almasını sağlayamadığım durumlarda da gazetecilik hikayem, bir yandan yalnızlık hikayem oldu. Neredeyse her alanda çalışan çok sayıda muhabir, editör varken; düzenli LGBTİ+ haberleri yapan gazeteci sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Hâlâ daha geçmiyor.
Türkiye’de LGBTİ+ haberciliği yapmak, “ben yazmazsam, kimse yazmayacak” diye başlayıp, “haberimi isteyen her yer, istediği gibi yayınlayabilir, yeter ki hikayeler duyulsun” diye süren bir hikaye. Türkiye’de LGBTİ+ haberciliği yapan, lubunya bir gazeteci olmaksa yarın öbür gün senin de başına gelebilecek ayrımcılık, şiddet ve cinayetleri yazarken; bir gün belki bunlar yerine keyifli hikayeler yazabilirim diye umut etmek…