Kısa süreli görece demokrasi dönemleri dışında Türkiye hiçbir zaman basın özgürlüğü konusunda hoşgörülü bir ülke olmadı. Ama şunu açıkça söylemek gerekir ki, iktidar değişen ortakları ile birlikte gazetecilerin üzerinde son on yıldır uyguladığı aralıksız, şiddetli ve yoğun baskı ve beraberindeki sindirme dönemi de daha önce hiç görülmedi. Bunu yalnızca bu toprakların çeyrek yüzyılına tanık olan bir gazeteci olarak değil aynı zamanda siyaset ve basın tarihi üzerinde derinlemesine okumalar yapan bir amatör tarihçi olarak da söylüyorum. İşten kovulma, cezaevine atılma hatta terörist olarak suçlanma tehditleri, hakikatin peşinden ayrılmayan bağımsız ve meslek namusu sahibi gazetecilerin üzerinde yıllardır Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor. Buna karşı, biz gazetecilerin elinde sadece iki silah var; kalemimiz ve dayanışma gücümüz.

3 Mart 2011 sabahı çalıştığım kanala gitmeden önce televizyonu açtım. Tüm haber kanalları son dakika geçiyordu. O yıllarda Türkiye’de bitmek bilmeyen bir anafor haline dönen Ergenekon soruşturmalarının yeni bir dalgasında yine birçok gazeteci hakkında gözaltı kararları vardı. O dönem soruşturmaların arkasında şimdi 15 Temmuz darbe girişiminden suçlanan Gülen cemaatinin olduğu söyleniyordu. Gözaltına alınan gazetecilerden birinin on beş yıldır tanıdığım, ve Gülen cemaatinin devlet içindeki yapılanmasını araştıran gazeteci Ahmet Şık olduğunu görünce elbette gözlerime inanamadım çünkü Ahmet Şık her zaman mağdurun, mazlumun yanında olan, hakikati eğip bükmeyen  ve çok yakınımda olmasa da kefil olmaktan asla şüphe duymayacağım bir gazeteciydi. O sırada televizyonun kamerası polislerin girdiği eve çevirdi objektifini, uzun zamandır görmediğim Ahmet polislerin arasında kapıdan çıkarken yorgun ama öfkeli gözlerle “Dokunan yanar arkadaşlar,” diye bağırdı Gülen cemaatini kastederek. Gözlerimden yaşlar boşanıyordu. O an yanında olamadığım, bu haksızlığın karşısında durduğumu gösteremediğim için vicdanım sızlıyordu. İş çıkışı, evinin önüne gittim. Benim gibi başka gazeteciler de vardı. “Ahmet çıkacak yine yazacak!” diye slogan atarak dayanışmamızı duyurmaya çalıştık.

Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Önce bir kafede toplandık. Neler yapabileceğimizi konuştuk. Meslektaşlarımızı yalnız bırakmayacaktık. Gözaltındaki gazetecilerin, 6 Mart’ta İstanbul Emniyeti’nden özel yetkili savcılar ve mahkemelerin bulunduğu Beşiktaş’taki Adliye’ye sevk edileceğini öğrenince yüzden fazla gazeteci adliye önünde gün boyu bekledik, soruşturmayı protesto etmek için sabaha karşı eylem yaptık. Ahmet Şık, Nedim Şener, tutukluyken hayat arkadaşını kaybedecek ve son kez görmesine izin verilmeyecek Doğan Yurdakul, Müyesser Yıldız, Coşkun Musluk, Sait Çakır, Yalçın Küçük tutuklandı. Bir hafta sonra avukatların tutuklamalara verdiği itiraz reddedilince  ‘‘dokunan yansa da dokunacağız”, “çeteler dışarıda gazeteciler içerde” diye ellerimizde meşalelerle Beşiktaş Adliyesi’ne yürüdük. İlginçtir o gün bu eylemi canlı yayında yayınlayan ana akım kanalları vardı.

Özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrası FETÖ olarak lanetlenen Gülen cemaati o günlerde el üstündeydi.  Ergenekon, Balyoz, Şike, KCK davalarında olduğu gibi gazetecilere yönelik soruşturmaların ve kumpasın arkasındaki yapıydı. Grup, medyada güçlüydü, İstanbul Emniyeti’ndeki hakimiyetinin de farkındaydık. Özel yetkili mahkemeler ellerindeydi. Ve o gün yere göğe koyulamayan, bugün ise kırmızı bültenle aranan Zekeriya Öz gibi çok güçlü savcıları vardı. Üstelik hükümetin de desteği arkalarındaydı. Biz ise bir grup gazeteciydik ve bu baskı ikliminde ne yapabilirdik? Öncelikle bu haksızlığı topluma fark ettirmek gerekiyordu. Halka ulaşmanın yolu ise hala gazetecilik ilkeleriyle köşe yazan, program yapan meslektaşlarımızı süreç hakkında daha iyi bilgilendirmekten geçiyordu. Bunun için bir kampanya grubu olarak örgütlenmeye karar verdik.

Soruşturma aşamasında kamuoyuna ‘Odatv davası’ olarak bilinen davada yukarıda saydığım isimler dışında Odatv internet sitesinin sahibi, yönetici ve yazarı olan Soner Yalçın, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu ve Yalçın Küçük de yargılanıyordu ama bizim kuşak gazeteciler Ahmet Şık ve Nedim Şener’i daha yakından bilip tanıdığı için kampanyamızı onlar üzerinden kurduk ve gruba ‘‘ANGA’’ (Ahmet ve Nedim’in Gazeteci Arkadaşları) adını verdik. Aramızda çeşitli dernek ve sendikalardan çalışan gazeteciler olsa da tamamen bağımsız bir eylem grubuyduk. Düzensiz aralıklarla ama sık sık toplanıyor, gündem belirliyor,  tartışıyor ve yapılacak eylemlere karar veriyorduk.

İstanbul Organize Suçlarla Şube Müdürlüğü ekipleri, Savcı Zekeriya Öz’ün talimatıyla Ahmet Şık’ın basılma aşamasında olan kitap taslağı İmamın Ordusu’na el koydu. Yayınevindeki aramada kitapla ilgili dokümanlar alındı, gazeteci Ertuğrul Mavioğlu’nun bilgisayarından silindi, Ahmet Şık’ın eşi Yonca Verdioğlu Şık’a elde kitabın örneği varsa teslim edilmesi yönünde savcılık tebligatı gitti. Recep Tayyip Erdoğan’ın Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada ‘‘Bomba kullanmak suçtur, bombanın yapılacağı maddeleri kullanmak da suçtur. Bomba yapmanın ihbarı gelmişse, güvenlik güçleri bunları toplamaz mı? ’’ sözleriyle bombaya benzettiği İmamın Ordusu’nun elde kalan son dijital kopyası korunmalı bir biçimde okuyucu ile buluşturulmalıydı. Bir gün e-kitap olarak internete yüklendiğini gördük, hepimiz kitabı indirdik. Sadece biz mi? Onbinlerce kişi de indirip okudu. Kitap mutlaka yayınlanmalıydı da. Arkadaşımız gazeteci Timur Soykan’ın kurduğu Postacı Yayınevi’nin “000 Kitap-Dokunan Yanar” adıyla bastığı kitaba 125 gazeteci adını koydu ve Ahmet Şık’ın ve gazeteciliğin yanında olduğunu bu büyük dayanışma ile gösterdi.

İstiklal Caddesi ve Beyoğlu’nda gazeteci meslektaşlarımızın duruşmaları öncesi yürüyüşler yaptık, basın açıklamaları okuduk. 1 Mayıs’ta bir kortej oluşturduk, Ahmet ve Nedim’in resimlerini bastırdığımız pankartlarla yürüdük. Ama bir etkinlik var ki burada mutlaka anmak gerek. Uluslararası toplumun dikkatini bu yargılamaya çekmek istiyorduk. Bunun için Türkiye’de bulunan uluslararası medya temsilcileriyle bir toplantı tertip ettik. Gönüllü bir yapılanma olarak, salon tutacak bir kaynağımız yoktu. Anadolu Kültür Vakfı, toplantı için bize bir salon tahsis etti. Yeri gelmişken yazıyı kaleme aldığım bugün 1171 gündür tutuklu olan FETÖ lehine casuslukla suçlanan Anadolu Kültür’ün yönetim kurulu başkanı Osman Kavala, biz bu yargılamalarda hukuksuzluk yapanların cemaat olduğunu söylerken yanı başımızdaydı. Uluslararası basın, RSF Türkiye Temsilcisi Erol Önderoğlu’nun da desteğiyle bu konuyu daha çok işlemeye başladı.

Duruşmaları bizzat izleyerek sosyal medyadan sürekli paylaşımlar yaptık. Hala aktif olan @pressout adlı Twitter hesabını da bilgilendirme amaçlı olarak kullandık. Ahmet ve Nedim’in tahliye edildiği son duruşma öncesi Türkiye’nin ödünsüz kalemleri Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesin’in 1946-1947 yılları arasında yayınlanan Marko Paşa’yı içerideki meslektaşlarımızdan ve avukatlarından da yazılar alarak bir kez daha bastık ve dağıttık.

Bizim verdiğimiz mücadele ve elbette cemaat ile hükümet arasında baş gösteren ayrılıkların etkisiyle, Ahmet ve Nedim Mart 2012’de tahliye edildi. Duruşma salonundan çıkarken tutuklu meslektaşlarımdan Barış Terkoğlu’nun eşi Özge’nin “Şimdi bırakıp gidecek misiniz, buraya kadar mıydınız?” sözleriyle sarsıldım. Elbette bırakmadık, davada yargılanan her bir meslektaşımız  özgür olana kadar mücadele etmeyi sürdürdük. Artık ANGA değil de Dışarıdaki Gazeteciler ismini kullanıyorduk.

Roboski katliamını, Pozantı cezaevindeki tecavüzleri, Van depremindeki ihmalleri yazan sadece gazetecilik yaptıkları halde terörle ilişkilendirilen tutuklu birçok Kürt ve sosyalist gazeteci için de eylemler yaptık, Suriye’de selefi bir grup tarafından kaçırılan Bünyamin Aygün için de change.org’da imza kampanyası yapıp hükümetin daha hızlı davranmasını teşvik etmek için yürüyüş yaptık. Hatta Fransa’da yine selefiler tarafından katledilen Charlie Hebdo dergisi ile dayanışma yürüyüşünde etrafımız yüzlerce polisle çevrilmişken üç saldırgan korteje saldırdı. Arkadaşımız Hüseyin Tahmaz yüzüne darbe aldı. Zor zamanlardı, ekip bazen büyüdü bazen küçüldü. Ama kimi çalışan kimi işsiz kalan onlarca gazeteci hep birlikte hareket etmeyi başardık.

Cumhuriyet gazetesinin FETÖ ile ilişkilendirildiği dava sırasında yeniden bir araya geldik. Kendiliğinden ve çarçabuk. Daha önceki gazeteci davalarında tutuklu olan bazı gazeteci arkadaşlar da artık “Dışarıdaki Gazeteciler”de yanımızdaydı.  Musa Kart, Güray Öz, Kadri Gürsel,  Ahmet Şık, Murat Sabuncu, Hakan Kara, Turhan Günay içerideyken susamazdık, vicdanımız buna el vermezdi. Bu kez “WhatsApp” denen “sosyal toplantı alanını” da iyi kullandık. Hakikatin, yeni bir kumpasa kurban gitmesine izin vermemek, gazeteciliği korumak ve meslek namusumuza sahip çıkmak için hazırlıklara giriştik. Yürüyüşler ve sosyal medya kampanyaları ile konuyu gündemde tutmak için uğraş verdik. İlk duruşmaya dört gün kala hükümete yakın Güneş gazetesi, Whatsapp grubumuzdaki bazı yazışmalarımızı yayınlayarak bizleri hedef gösteren “İşte zaman ayarlı kaos planı’’ manşetiyle çıktı.  Hemen birçoğumuz suç duyurusunda bulundu ama bir süre sonra savcılıklardan takipsizlik kararı gelecekti.

Elbette aba altında sopa gösteren bu hedef gösterme amacına ulaşamadı. Biz Dışarıdaki Gazeteciler olarak duruşma günü mahkeme salonundaydık. Türkiye’de basın bayramı olarak da kutladığımız sansürün yıkılışının 110. yıldönümünde “kahrolsun istibdat yaşasın hürriyet” diyerek tutuklu meslektaşlarımızla dayanışmamızı sürdürdük ve onların savunmalarını sosyal medya üzerinden yaptığımız paylaşımlarla duyurduk.

En son geçtiğimiz Mart ayında iki Türk MİT görevlisinin ölümü ardından yapılan haberlerle ilgili Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Hülya Kılınç Murat Ağırel, Ferhat Çelik, Aydın Keser tutuklandığında bu kez ‘‘Haberin Var mı?’’ kampanya grubuyla bu gazeteci davasını takip ettik. Video ve afiş destekli sosyal medya kampanyaları yaptık, duruşmaları takip ettik  ve son gazeteci serbest kalana kadar mücadeleye devam ettik. Sonrasında Van’da biri öldürülen diğeri komaya sokulan iki köylünün uğradıkları işkenceyi haberleştiren gazeteciler Adnan Bilen, Cemil Uğur, Şehriban Abi ve Nazan Sala için de kampanya yaptık, Ayşegül Doğan’ın mahkum edildiği davayı da takip ettik.

Türkiye’de gazetecilik elbette kolay değil, hem de hiç kolay değil. Gazetecilerin hakikatin üzerindeki örtüyü kaldırması çoğu kimseye sempatik gelmiyor, gerçeklerle yüzleşmekten korkanlar hemen tırnaklarını çıkartıp saldırıyorlar. Türkiye’nin 21. Yüzyıl’da en büyük toplumsal hareketlilik olan Gezi direnişinde kah patron kah iktidar baskısıyla gerçekleri karartmaya çalışan kurumlarda çalışan gazetecilere karşı geliştirilen bir slogan vardı, ‘‘limon sat, onurlu yaşa’’ diye. Bu memlekette hakikatin bayrağını, gazetecilik mesleğini her zaman ayakta tutacak gazeteciler vardı, var ve her zaman var olacak. Türkiye’nin gazetecilik geleneği yabana atılamaz. Şinasilerden Namık Kemallerden, Uğur Mumculara Metin Göktepelere Hrant Dinklere büyük bir miras, dev bir külliyat, görkemli bir gelenek var. Tam da bu nedenle tasmalı gazetecilik de gazetecelere kelepçe vuran siyasi anlayış da bundan önce defalarca olduğu gibi yine gazeteci dayanışmasıyla yenilecek. Ve şüphe yok ki gazetecilik kazanacak. Çünkü aslolan gazeteciliktir.