Basın özgürlüğü, demokratik hukuk devletinin gereklerinden biridir. Bu doğrultuda, kamu adına gözcü sıfatıyla basın, yöneticilerin ve/veya nüfuzlu kişilerin eylem ile ifadelerini topluma aktararak hesap verilebilirliği güçlendirir ve kamusal tartışmalara katkıda bulunur.

Basının bu önemli görevi ve katkılarına rağmen, tüm dünyada basın özgürlüğünün ağır bir saldırı altında olduğu ve gerek devletlerin gerekse de özel kişilerin müdahalelerine maruz kaldığı giderek artan bir olgudur. Türkiye de basının ağır bir saldırı ve sürekli müdahale altında olduğu demokratik ülkelerin başını çekiyor. Basın özgürlüğüne bu doğrultuda yapılan müdahale ve bazen saldırı niteliğindeki uygulamalar, cezai soruşturma ile kovuşturma, tazminat talebi, yayın ile reklam yasağı, yayınların toplatılması, kaynakları açıklamaya zorlama, gazeteci kartı ile lisans vermeme gibi çeşitli şekillerde karşımıza çıkabiliyor. Yapılan müdahalelerin zaman zaman açıkça dayanaktan yoksun ve baskı amaçlı kullanıldığı bariz olsa da, çoğu zaman söz konusu müdahaleyi hukuka uygun göstererek hukuki bir maskenin arkasına gizlemeye çalışırlar. Bu maske en çok, aslı ve delil olmayan özensiz iddianameler ve mahkemelerde keyfi ve taciz boyutuna ulaşan yargılamalar şeklinde görülebilir. Ancak tüm bu çaba, baskıcı uygulamaların basına baskı amaçlı kullanıldığı gerçeğini gizleyememiştir.

Özgür medyaya baskı olarak yaygın bir uygulama: Hakaret suçu

Türkiye’de de yargı mekanizmalarını siyasi amaçlarla kullanarak basına yapılan müdahaleler son yıllarda artış göstermektedir. Terörle mücadele düzenlemelerine ek olarak, hakarete ilişkin kanuni düzenlemelerin de gazetecilere ve diğer eleştirel seslere karşı bir tür misilleme aracı olarak hayli yaygın bir şekilde kullanıldığı gözlemlenmektedir.

“Hakaret” suçu Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 125. maddesinde düzenlenmiş olup, ceza olarak adli para cezası veya iki yıla kadar hapis cezası öngörülmektedir. Ayrı bir suç olarak düzenlenen “Cumhurbaşkanına hakaret” suçu (TCK 299) için ise dört yıla kadar hapis cezası öngörülmüştür. Adalet Bakanlığının 2013 ile 2019 yılları arasında yayınladığı istatistiklere göre, her yıl hakaret suçu (TCK 125) uyarınca 200 binden fazla kişiye yeni dava açılıyor. Cumhurbaşkanına hakaret suçu (TCK 299) hakkında açılan kamu davası sayısında da hızlı bir artış var. 2013’de (s.59) TCK 299 uyarınca açılan dava sayısı 0 iken 2019’da (s.60) bu sayı 11.371’i buluyor. Bu bağlamda, gazetecilere yöneltilen cumhurbaşkanına hakaret suçlamalarının genellikle yazılan makale, köşe yazısı ve sosyal medya paylaşımlarına dayandırıldığını görüyoruz.

Öte yandan, yargının ifade ve basın özgürlüklerini baskılamak için kullanılması yeni veya sadece Türkiye’ye özel bir uygulama değil. Dünya genelinde SLAPP (“Strategic Lawsuits Against Public Participation”)  olarak da bilinen, varlıklı ve güç sahibi kişilerin, mevcut hukuk kuralları ile yargı sistemini kullanarak eleştirileri engellemek amaçlı açılan stratejik davalar  gittikçe yaygınlaşan bir uygulama. SLAPP uygulamalarında genellikle amaç, davayı kazanmaktan çok davalılara para ve zaman harcatarak gözdağı vermektir. Bu uygulamalar, özellikle kamusal tartışmaya katkıları düşünüldüğünde, medya çalışanları ile medya kuruluşlarını hedef alarak caydırıcı bir etki yapmayı amaçlamaktadır. Bu açıdan, Türkiye’de hakaret suçlamalarının büyük bir kısmı da -çoğunun yeterli dayanak ve delile sahip olmadığı düşünüldüğünde- kolayca stratejik davalar veya SLAPP olarak sınıflandırılabilecektir.

Özellikle Türkiye’deki uzun yargılama sürelerini de dikkate alınca -ki ilk derece, istinaf, temyiz, varsa Anayasa Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), ve yeniden yargılama derken bu süreç seneleri alabiliyor-  bu tür soruşturma ve kovuşturmaya taraf olan medya çalışanları maddi ve manevi olarak sıkıntılı bir sürece maruz kalabilmektedir. Dava sonucunun beraat olması da bu sürecin oluşturduğu zararları tam anlamıyla hafifletmemektedir.

Hâlbuki, gerek Türkiye Anayasası gerekse de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi bağlayıcı uluslararası normlar uyarınca devletin ifade ve basın özgürlüğüne karşı haksız müdahalelerde bulunmama gibi negatif yükümlülüklerin yanı sıra, devlet organları ifade özgürlüğünün gerçek ve etkili korunması için gereken tedbirleri almalıdır. Yani, bu özgürlüğün kullanılmasını zorlaştıran veya imkânsız hale getiren uygulamaları bertaraf etmelidir. Bilhassa, uluslararası hukuki düzenlemelerin de önerdiği üzere, hakarete ilişkin tüm cezai düzenlemelerin, suistimal edilmeye açık olmaları nedeniyle kaldırılması gerekmektedir.

Ancak, IPI gözlemleri Türkiye’de bu yükümlülüklerinin yerine getirilmediğini, tam aksine hükümetin var olan tedbirleri eleştirel sesleri bastırmak amacıyla orantısız bir şekilde uyguladığını veya bizzat devlet organları ile hükümete yakın kişilerin yargıyı bir baskı aracı olarak kullandığını açıkça göstermektedir.

Uzun ve gerekçesiz bir süreç: İddianameler

Gazetecilerin yargılanırken karşılaştıkları en büyük sorunlardan biri olarak iddianamelerin hazırlanışı dikkat çekiyor. Kural olarak cumhuriyet savcılıklarınca hazırlanan iddianamelerin; 1-şüphelinin atıl suçu işlediğine dair yeterli şüphenin bulunduğu durumlarda, 2-makul bir sürede, ve 3-somut delillere dayanılarak gerekçeli bir şekilde özenle hazırlanması gerekir. Mahkemelerin ise bu şartları taşımayan iddianameleri iade etmesi öngörülmüştür.

Ancak uygulamada, iddianamelere ilişkin gözlemlenen öncelikli sorunlardan biri, delil ve gerekçeden yoksun olmasının yanı sıra iddianamenin hazırlık sürecinin makul süreleri aşması olarak karşımıza çıkıyor. Avrupa Birliğinin 2019 Türkiye Raporu, 2018 yılında cezaevlerinde haklarında iddianame hazırlanmasını bekleyen 57,000 tutuklunun bulunduğunu, bu figürün cezaevinde bulunanların %20’sini oluşturduğunu belirtiyor. Şimdiye kadar gözlemlenen uygulamalara göre, iddianamelerin hazırlanışına kadarki süreçte gazetecilerin tutuklanma riskinin yüksek olduğu göz önünde bulundurulursa, makul süreleri geçen iddianame hazırlık süreçleri gazeteciler üzerinde ciddi bir caydırıcı etki yaratmaktadır.

Her ne kadar son dönemde tartışılan yargı reformları arasında iddianame hazırlanması için kesin bir süre belirlenmesi ve tutukluluk sürelerinin de buna göre düzenlenmesi konuşuluyor olsa da, aynı dönemde AİHM kararlarının bağlayıcılığı üstünden yapılan tartışmalar ve bu kararların uygulanmaması bahsi geçen reformların pratikte hangi düzeyde ve etkinlikte uygulanacağı sorusunu beraberinde getirmektedir. Ayrıca, iddianamelerin hazırlık süresine üst limit tanınması da sorunun çözümüne tek başına yeterli olmayacaktır. Reform adı altında sadece süre sınırı getirilmesi iddianamelerin beklenenin aksine özensiz, yeterli delil ve gerekçe olmadan hazırlanmasına sebebiyet verecektir.

İddianamelerin hazırlanması ile ilgili bir diğer husus ise, gerekçeden yoksun iddianame metinlerinin artmaya başlamasıdır.  Yargı sisteminde her türlü talebin ve işlemin makul bir şekilde gerekçelendirilmesi son derece önemlidir. Bu bağlamda, yargı süjeleri basın özgürlüğüne (yahut genel olarak herhangi bir ifadeye) herhangi bir müdahalede bulunduğunda, iddia makamı iddiasını ispat etmekle ve mahkemeler de bunu gerekçelendirmekle yükümlüdürler. Aksi takdirde, kişinin adil yargılanma hakkı ihlal edilmiş olur.

Türkiye Anayasasının 141. maddesi mahkeme kararlarının gerekçeli olarak yazılmasını düzenler. Her ne kadar bu hüküm, mahkemelerin uyması gereken bir düzenleme olarak karşımıza çıksa da özellikle masumiyet karinesi gereğince ceza yargılamalarındaki tüm süjelerin buna uyması aranmalıdır. Bu duruma savcılıklar tarafından sunulan talep ve mütalaalar da dahildir. Kısaca kişinin, yargılamanın tüm safhalarında hangi nedenle haklı veya haksız görüldüğünün kuşkuya yer vermeyecek şekilde makul gerekçelerle açıklanması gerekir.

 “Gerekçesiz” Bir Dava

Basın özgürlüğüne karşı gerekçesiz yargılamalara  belki de en güncel örnek gazeteci Ender İmrek’in yargılandığı dava olabilir.

Ender İmrek’e, 29 Haziran 2019’da Evrensel Gazetesi’nde “Parıl parıl parlıyordu Hermes çanta” başlığı ile yayımlanan yazısı ile ilgili olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın şikayeti üzerine, hakaret iddiası ile dava açıldı. İmrek, 2 Aralık 2020 tarihinde beraat etti. Ancak yakın zamanda hem müşteki Erdoğan hem de cumhuriyet savcılığı kararı istinaf ettiler.

Yazısında, CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun Cumhurbaşkanına hakaretten süren yargılaması değinen İmrek, Kaftancıoğlu’nun yargılanması ile Cumhurbaşkanının eşinin 50 bin dolarlık çanta taşıması arasında çelişkiler olduğuna dikkat çeken bir eleştiri yapıyor. İmrek, “Halk açlık ve sefalet çekerken, 50 bin dolarlık çanta taşımak halka hakaret olmuyor ama Canan hanımın söyledikleri cumhurbaşkanına hakaret sayılıyor,” ifadelerini kullanıyor. Bu eleştirinin, tamamen ifade özgürlüğünün sınırları içinde kalmasının yanında, ayrıca kamusal tartışma alanına yaptığı katkılardan dolayı hukuki zeminde yüksek bir korumaya da tabi olması gerekirdi.

Yukarıda bahsedildiği gibi, dava her ne kadar beraat ile sonuçlanmış olsa da gazetecinin üzerindeki sindirme etkisi bir yana, dava baştan sona “gerekçesizliği” ile dikkat çekiyor.  Genel itibariyle dosyada, İmrek’in hangi ifadelerinin, hakaret suçunu nasıl oluşturduğuna dair bir gerekçe yok. Bu tutum yargılamanın tüm aşamalarında gözleniyor.

İddianamede İmrek’in yazısında Emine Erdoğan ile Canan Kaftancıoğlu’nu karşılaştırırken Kaftancıoğlu’nda bulunan iyi ve güzel vasıfların Erdoğan’a atfetmemesi sebebiyle Erdoğan’da bulunmadığını kinayeli olarak belirttiği ve bu sebeple küçük düşürdüğü iddiası bulunuyor. Ancak hangi ifadenin bu kinayeli anlamı verdiğine dair ise bir bulgu bulunmuyor.

İlerleyen aşamalarda da savcılık mütalaasının sadece sanığın ceza alması yönünde bir cümleden oluştuğu, savcılığın istinaf talebinin de sadece kararın hukuka aykırı olduğu iddiası ile bir cümleden oluştuğu gözlemleniyor.

Bu noktada mahkeme de bu duruma sessiz kalmış. Öncelikle, delil ve argümandan yoksun iddianame mahkemece iade edilmemiş, aksine kabul edilmiş. Daha sonra mahkeme her ne kadar suçun unsurlarının oluşmadığını ve yazının ifade özgürlüğü kapsamında olduğunu belirterek beraat kararı vermiş ise de hangi ifadenin nasıl hakaret suçunu oluşturabileceğine değerlendirmemiş, bu eksikliğe de değinmemiş.

Sonuç olarak; savcı iddianamesi delilsiz, yargılama suç unsuru oluşturan bulgudan bir haber, şans eseri bir beraat ve yine gerekçesiz bir istinaf. Şu noktada, ne Ender İmrek ne de mahkeme henüz İmrek’in ne söyle(me)yerek Emine Erdoğan’a hakaret etmiş olabileceğini bilmiyor. Elle tutulabilir tek değerlendirme: Emine Erdoğan’a güzel vasıflar atfetmeyerek hakaret edildiği iddiası. Üstüne üstlük, İmrek’in aktardığına göre, savcı avukatların yargılamanın gerekçesini sorduğunda “anlayana gerekçe çok” yanıtını vermiş.

IPI’a konuşan İmrek, dava hakkında fikri sorulduğunda bu durumu “Gerekçe sunmadan tahakküm oluşturulmaya çalışılıyor,” olarak değerlendirdi. Yazıyı defalarca okuduğu halde hakaret olarak değerlendirilebilecek bir ifadenin bulunmadığını da belirten İmrek, ortada hakkında çokça haberin olduğu bir konuda çelişkilere dikkat çekmek amacıyla bir yorum yaptığını belirtti. Bu açıdan genel dava süreci İmrek’e göre, “bu aşamaya kadar gelmemesi gereken, soruşturma aşamasında bitmesi gereken bir dosyaydı.”

İstinafa ilişkin olarak ise, gerekçe olmadığından savunma yapmanın zorluğuna değinen İmrek, ifade özgürlüğü ve hukukun üstünlüğüne bağlılık mevcut ise beraat kararının onanacağını düşündüğünü ifade ediyor.

Bu dava örneğinde olduğu gibi, günümüzde Türkiye’de yargıyı kullanarak basına karşı korkutma ve baskı politikaları giderek artma eğiliminde. Caydırıcılık üstüne kurulu bu sistem, gazetecilerin hem maddi hem de manevi olarak yıpranmalarının yanı sıra özgür bir eleştiri ortamının en büyük düşmanı oto sansürün daha da yaygınlaşmasına neden olmakta. Gündemde yer bulan yargı reformlarının gerçekten anlamlı olabilmesi için öncelikle gazetecilerin asılsız iddialarla hedef alınarak sindirme pratiğinden ve baskı kurma eğiliminden vazgeçilmesi gerekmektedir.