Her gün en az bir kadının öldürüldüğü ülkede, kamu kaynaklarının düzgün dağıtılma ihtimali düşüktür. Anayasal bir hak olduğu halde, adalet talep eden barışçıl gösterilerin çoğuna güvenlik güçlerinden sert müdahale gelmesi, kamu ihalelerinin yapılışı konusunda fikir verebilir.
Neden mi? Sözkonusu olan adaletsizlik ise fizikteki “bileşik kaplar yasası”, toplumsal hayat için de geçerlidir çünkü.
Daha açık anlatımla, bir yönetime antidemokratik zihniyet hakimse, o zihniyet ülkedeki kurumlara, toplumsal katmanlara eylemli olarak yansır.
***
Epeyce uzun bir zamandır hukuk devletinden “de facto” vazgeçilmiş bir ortamda yaşıyoruz. Kadın cinayetlerindeki artışla Kamu İhale Yasası’nda yapılmış 200’e yakın değişikliği, aynı tablo içinde görmemiz bu yüzden.
Kadına şiddet uygulandığında, etkili bir ceza görmeyeceğinin farkında olan bilinçaltıyla, kamu ihale kanunundaki kuralların gevşetilmesi, dışına çıkılması için durmadan yasa çıkarılması arasında görünmez ama güçlü bir bağ var.
O güçlü bağ, az önce işaret ettiğim nasıl yönetildiğimiz olgusunda düğümleniyor. Hak ihlalleri, kadın cinayetleri ve yolsuzluklardaki artış, işte bu düğümün içinde eşzamanlı ve içiçe ilerliyor.
Bu süreci, çok sayıda hükümetin politikalarını izlemiş gazeteci perspektifinden şöyle özetlemek de mümkün: 18 yıl önce 3Y; yani “yoksulluk, yolsuzluk ve yasakları bitirme” iddiasıyla gelen iktidar döneminde, 3 Y’nin üçü de çoğaldı.
Gazetecilikte ısrar
Bu tablonun, biz gazetecileri en fazla ilgilendiren ve etkileyen kısmı ise medya ve ifade özgürlüğü üzerindeki baskılar.
Çeşitli baskı araçlarının sürekli bir tehdit olarak kullanıldığı bu atmosferde, gazeteciliği seçmek ve gazeteci kalmak – asıl niyet öyle olmasa da – direniş gibi görünüyor.
Peki gazeteciler ile gazeteci kalmakta direnenler niye bu yolu seçiyor?
Akla gelen ilk nedenler:
Haber almanın temel bir insan hakkı olduğunu içselleştirmiş olmak. Bütün bozulmalara, kurumsal kapasitelerdeki çürümeye karşın bu ihtiyacın arttığını görmek.
Öte yandan görünüşte gazete ve haber kanalı gibi davranan mecraların ürettiği kötülükle de bir derdiniz olabilir. İktidarın propaganda aygıtı haline gelmiş bu mecraları yönetenlerin hayat standartları; susmak, haber saklamak, maniplasyon yapma karşılığında yükseliyor, onlar zenginleşirken bazı meslektaşlarınız, iktidarın hoşuna gitmeyen haberler nedeniyle cezaevine giriyorsa, hakikatin yanında durmak, pekala bir inada dönüşebilir.
Belki de tüm bu uzun yanıtları daha sade bir cümlede özetlemek mümkündür:
Yapılacak en iyi işin bu olması.
Yolsuzluk haberciliği
Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün yolsuzluk konusundaki “Emanet edilen gücün özel çıkarlar için kötüye kullanılması” tanımı, gazeteciler için de güçlü bir referanstır.
Evrensel gazetecilikte ülkeyi yönetenlerin kamu ihale sistemini nasıl işlettikleri daima hayati bir soru ve “modası hiç geçmeyecek” bir sorundur.
Ancak emeğin sömürüldüğü, yoksul sayısının arttığı bir ekonomide bu sorun daha yakıcı bir hale gelir. Özellikle de Batı devletlerinden farklı olarak din, siyasete alet ediliyorsa.
Yönetime dini motivasyon hakimse, bu olgu kamu kaynaklarının dağıtımıyla ilgili sorunlarda adeta çarpan etkisi oluşturuyor. Sistemin yozlaşıp çürümesinin daha hızlı ve derin olduğunu sayısız somut örnekte gördük.
Kamu yönetiminin şeffaf ve hesap verebilir olmadığı, karar süreçlerinin örtüldüğü, dinin siyasete alet edildiği bir yerde, yolsuzluk haberciliğinde ısrar, gazeteci için bazı güçlükleri beraberinde getirebilir.
Zorluklar ve şirket özgüveni
İktidar yanlılarının taraftar bulmakta hiç zorlanmadığı “Vatan hainliği” nitelemesiyle başlayıp, sosyal medyada siber taciz, haberlerin erişime engellenmesi, gazeteci hakkında davalar açılmasına uzanan çeşitli zorluklardan söz edebiliriz.
Bu zorluklarda, büyük ölçüde ifade özgürlüğünün baskı altında olduğu genel atmosfer belirleyici. Zira bu atmosfer, iktidara yakın sermaye gruplarına, iktisadi işletmelere “özgüven” sağlıyor.
Özgüvenin asıl kaynağı ise sahip oldukları güç. “Mega projeler”in kapalı ihale süreçleriyle üstlenilmesi, bu projelere iktidar mensuplarının atfettiği kutsallığa varan abartılı övgüler yüzünden, şirketlerin bir kısmı iktidarın kullandığı egemenlik hakkını “de facto” paylaşıyor.
Bu tez iddialı görünüyorsa, büyük sermaye şirketlerinin üstlendiği Kamu Özel İşbirliği projelerinin profillerine bakılabilir. Hazine’nin döviz üzerinden, bütçeden garantiler verdiği 20-25 yıl süreli bu sözleşmelerin gizli tutulduğunu, bilgi isteyen milletvekillerine, bakanlıkların her defasında “ticari sır” diye yanıt verdiğini hatırlatalım.
Bu durum sadece şirketler için değil, yine iktidarla bağlantılı, yönetimlerinde iktidara yakın kişi ve akrabaların bulunduğu vakıflar için de geçerli.
Adalet karşısında daha eşitler
Kanunlar herkesin yargı önünde eşit olduğunu söyler. Fiili durumun böyle olmadığını sık sık yaşayarak görmekteyiz.
Büyük sermaye şirketleri (veya daha orta ölçekli şirketler) ile dinselliği önceleyen vakıfların siyasi karar alıcılarıyla ilişkisi, onları adalet karşısında fiilen ayrıcalıklı kılıyor. Gazetecilere dava açma, mahkeme kanalıyla tekzip kararı alıp yayımlatma, erişim engeli getirme konusundaki talepleri hemen kabul ediliyor.
Tersinden söylenirse, sulh ceza hakimliklerini, “hoşa gitmeyen” bir haber ya da köşe yazısına karşı erişim engeli ve/veya tekzip taleplerini reddettiği ender bir duruma dönüştü.
Bir adım daha ileri götürelim. Diyelim ki, bir habere erişim engeli getirildi. Ya da haber, ifade özgürlüğü sınırları içinde kalmasına karşın, tekzip kararı verildi.
Normalde bu kararlara karşı itiraz etme hakkınız var. Gelin görün ki nedense (!) bu itirazların kabulü de çok nadirdir. Yani itiraz mekanizması var ama kağıt üzerinde.
Buna karşılık aynı sulh ceza hakimlikleri, iktidar yanlısı olmayan kişilerden gelen benzer talepleri ortada açık hakaret bile olsa, ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirerek reddediyor.
Amaç yıldırmak
Son yıllarda giderek daha çok sayıda haber ve makale, yüksek tutarlı tazminat davalarına konu oluyor. Bazı davalarda 1 – 1,5 milyon TL gibi astronomik tutarlarda tazminat istendiğini görüp yaşıyoruz.
Emeğiyle geçinen bir gazeteciden 1 – 1,5 milyon TL gibi gerçekle bağı olmayan tutarlar isteniyorsa, emin olabilirsiniz ki o şirket “bir taşla iki kuş vurmak” istiyordur.
Hesaplanan şey, bir köşe yazarını “korkutarak”, diğer gazetecileri de etkilemektir. Korkutup yıldırmanın taşıdığı önemi, istedikleri tazminat tutarıyla orantılı olarak artan yüksek mahkeme harçlarını ödemelerinden anlayabilirsiniz.
Öyle ya, nasılsa kamu kaynaklarıyla büyüttükleri bir servete sahipler.
Cüretkar ifadeler
Gazetecilere açılan tazminat davalarındaki yüksek “özgüven” bazen dava dilekçelerindeki ifadelere de yansıyor. Yazdığım bir köşe yazısı dolayısıyla açılan manevi tazminat davasının dilekçesinde; hakkımda; “vatan sevgisini sorgulamak gerekir” gibi haddi aşan ifadeler kullanılabiliyor sözgelimi. (Veya dava dilekçesine “gazeteci, siyasi görüşünü empoze ediyor” diye yazan şirket avukatının, birkaç yıl önce bir seçimde iktidar partisinin aday adayı olduğunu görebiliyorsunuz.)
***
Yaşanan bu zorlukların ise işini seven gazetecileri yıldırmadığı gibi daha motive ettiğini görebilirsiniz. Tek sorun, davalara hazırlanmanın zaman gerektirmesi. Habere odaklanacak bir zihnin, davaya odaklanması ne yazık ki zaman ve enerji kaybı.
Sözün özü:
Konu yolsuzluk olsun ya da olmasın, gerçeği ortaya çıkarmanın derdini taşımak, gazeteciye birtakım zorluklar yaşatabilir. Ama hiçbiri, hakikati bilirken susmaktan, meslektaşlarını hedef gösteren propaganda aygıtlarında gazeteci taklidi yapmaktan daha zor değil.