2020, gazeteciliğimin 35. yılına denk geldi. Meslek hayatım boyunca sayısız krizi yakından ya da uzaktan izledim; “herhalde bundan daha kötüsüne tanık olmam” dediğim ve daha kötüsünü yaşayıp şaşırmadığım çok olay yaşadım ama şu içinden geçtiğimiz süreci asla hayal bile etmiyordum.
Salgını her ülke farklı zaman dilimlerinde ciddiye aldı ve birbirinden farklı uygulamalara yöneldi. Şu ana kadar yaşananlardan, her ülkenin birbirinden farklı süreçler yaşadığı, uluslararası dayanışmanın çok alt seviyelerde seyrettiği, geleceğin çok ama çok belirsiz olduğu gibi sonuçlar çıkarıyorum.
Bu süreç biz gazeteciler için de çok ciddi bir sınav anlamına geliyor. Detaylara çok takılmadan, güvenerek takip ettiğim Batı (Avrupa, ABD) medyası hakkında genel bir değerlendirme yapacak olursam, kendimi bile şaşırtan bir başarılı performans görüyorum. Kuşkusuz çok hata ve eksik var, ama bu beklenmedik olay hakkında kamuoyunu hızlı, dikkatli ve doyurucu bir şekilde haberdar etme konusunda Batılı meslektaşlarımı takdir ediyorum.
Fakat aynı şeyi Türkiye için söylemem maalesef pek mümkün değil. Türkiye’yi yönetenler olayın vahametine denk bir performansın uzağındalar. Ve Türkiye medyası bunun fotoğrafını net bir şekilde çekip işlerin daha iyi gitmesine katkıda bulunmakta zorlanıyor.
Mutlak bir başarısızlık olduğunu ileri sürmüyorum ancak birçok nedenle Erdoğan yönetiminin Covid-19 konusunda tutuk olduğu kanısındayım. Öncelikle Türkiye derin bir ekonomik kriz içindeyken salgına maruz kaldı. Buna ek olarak Erdoğan’ın tek adam yönetimi uzun bir süredir ciddi bir ideolojik-politik kriz yaşıyor. Tam bir yıl önce yerel seçimlerde ana muhalefet partisi CHP’nin en önemli metropolleri kazanması bunun kanıtıydı.
Erdoğan Türkiye’nin demokrasi, temel hak ve özgürlükler, hukuk devleti gibi konulardaki kazanımlarını bir süredir sistemli bir şekilde devre dışı bırakıyor. Bunun en net göründüğü alan basın özgürlüğü. Türkiye’nin yıllardır basın özgürlüğü ihlallerinde dünyanın en önde gelen ülkelerinden biri olması herkesin malumu. Ancak dışardan bakanların ihmal ettiği önemli olgulardan biri, ülkedeki mevcut medya sektörünün çok önemli ölçüde bizzat siyasi iktidarın (Erdoğan’ın) denetiminde olması. Son olarak en büyük medya grubu Doğan Grubu’nun Demirören grubuna satılmasıyla birlikte kontrol oranının yüzde 80-90’lara ulaştığı ileri sürülüyor.
Geri kalan medya kuruluşlarıysa hem siyasi baskılara maruz kalırken ciddi ekonomik sorunlarla da boğuşuyorlar. Bu noktada, dijital alanda faaliyet gösteren bağımsız medya kuruluşları ve sosyal medyadaki bazı “vatandaş gazeteciliği” çabalarının bir ölçüde nefes almaya izin verdiğini söyleyebiliriz.
Türkiye salgını ilk başta “Çin işi” bir olay olarak gördü ve büyük medya, reyting uğruna bazı sözde uzmanların “bu ilaç kartellerinin şişirmesi”, “Türklere bir şey olmaz”, “şunları yer içerseniz salgına maruz kalmazsınız” gibi kandırmacalarını yaygınlaştırdı.
Olayın ciddiye bindiği Mart ayı ortalarında ise Cumhurbaşkanı Erdoğan bir süre ortaya çıkmadı ve Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, tam anlamıyla olmasa da Erdoğan yönetiminde pek alışık olmadığımız bir sükunet ve şeffaflıkla kamuoyunu bilgilendirme yoluna gitti. Bu süreçte iktidar yanlısı ya da iktidara mesafeli olsun, medyanın genel bir tutukluk ve atalet içinde olduğuna tanık olduk. Resmi açıklamalar dışında bazı enfeksiyon ve ölüm iddialarını haberleştirmeye çalışan bazı yerel gazetecilerin kısa süreli gözaltına alınmaları dışında pek dikkat çekici bir olay yaşanmadı.
Fakat Mart ayı sonlarına doğru önce Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, ardından İstanbul’daki muadili Ekrem İmamoğlu ve İzmir’de Tunç Soyer gibi muhalif belediye başkanları, yoksulların ihtiyaçlarını karşılamak için yardım kampanyaları başlatınca işin rengi değişti. O zamana kadar hiçbir meydan okumaya maruz kalmadan düşük profilli bir salgınla mücadele stratejisi uygulayan Erdoğan, siyasi dengelerin değişeceği kaygısıyla devlet eliyle bir yardım kampanyası başlatıp CHP’li belediyelerinkini engellemeye yöneldi.
Türkiye’nin tam da yerel seçimlerin birinci yılında Covid-19 ile mücadelede yeni bir döneme girdiğini söyleyebiliriz. Ülkenin uzun bir süredir maruz kaldığı, Erdoğan ve destekçileri tarafından tırmandırılan ve bir süredir salgın nedeniyle askıya alınmış gözüken kutuplaşma yeniden başlayacağa benziyor. Bu zamana kadar ülkede genel şok ve ataletin bir parçası olan gazetecilerin bu yeni aşamada işleri çok daha zor olacak. Yeniden gazeteciler ve basın kuruluşlarına yönelik bir baskı furyasına tanık olabiliriz ve herkesin kendi ulus-devleti içine kapandığı bu süreçte Türkiye’de işlerini layıkıyla yapmakta ısrar eden gazeteci ve medya kuruluşları iyice yalnızlaşabilir.