Birkaç ay önce Türkiye’de yeni bir ‘nehir söyleşi’ kitabı yayınlandı (İletişim). “68’li ve Gazeteci.” Asu Maro’nun, gazeteci Tuğrul Eryılmaz ile söyleşisi. Tuğrul Eryılmaz, Türkiye basınının son kırk yılına tanıklık etmiş, çok sayıda gazete ve dergide çalışmış ve parlak işlere imza atmış, 68 kuşağından bir gazeteci. Basının işlevine dair kitapta yer alan şu satırlarla başlamak istiyorum:

“…bir yerde güç varsa, sen ondan şüphelenmek zorundasın… Çünkü gazeteci ezilen, sesini çıkarmayan insanların yanında olduğu zaman dördüncü kuvvet görevini yerine getirir. Bu, cumhurbaşkanlığı uçağına binmeye benzemez. Riske edersin… güçlünün karşısında her zaman güçsüzün tarafında olacaksın. Başka türlü gazetecilik yapılmaz…”

Eryılmaz’ın gazetecilik tanımında birden çok ‘unsur,’ ‘ilke’ ve ‘tavsiye’ var ve Eryılmaz, gazetecinin “herhangi bir güçten” şüphe duyması gerektiği kanısında. Haksız mı?! Basın özgürlüğünü ilgilendiren konu başlıklarından biri, mesafe. Mesafenin doğal sonucu, kuşku duymak. Tanımdaki bir diğer ilke, “ezilenin, sesini duyuramayanın, güçsüzün” yanında olmak. “Ezilenin yanında olma” gereği, ancak ‘güç’ ile kurulacak ‘mesafeli’ ilişkiyle anlamlı hale gelir. Güç ile arasına mesafe koyan bir gazeteci, kaçınılmaz biçimde sesini duyuramayanın yanında yer alacaktır. Tabii bu kanaat, sırtını güce/iktidara ve sermayedara dayayarak gazetecilik yaptığını düşünen günümüz iktidar medyası (kamuoyundaki adlandırmayla ‘havuz medyası’) için kötü haber! Yandaş medyanın ‘halihazırdaki’ faaliyeti, özgürlüğe hizmet eden değil, aksine bizzat onu boğan bir etki yapıyor. Haliyle, burada ‘basın özgürlüğü’ başlığı altında asıl kastedilen, özgürlüğe hava ve su gibi gereksinim duyan ‘muhalif’ ve ‘ezilenin’ yanında yer alan, asli işlevi ‘yurttaşı doğru bilgilendirmek’ olan basın.

Basın özgürlüğü ve basının demokratik sistem bakımından önemi, başka pek çok alan yanında ‘anayasal haklar’ konusunu da ilgilendiriyor. Hem anayasada yer alan hak ve özgürlüklerden biri, hem de Eryılmaz’ın tanımında da yer alan, “dördüncü güç” olması nedeniyle.

Basının değer ve etkisini anlatabilmek için kullanılan en yaygın ifadelerden biri, onun ‘dördüncü güç’ oluşu. İlk üç malumunuz: Yasama, yürütme ve yargı. Devlet kudretinin tek elde toplanmasını önleyebilmek için, belli bir tarihsel süreçte ‘modern’ demokratik devletin belirleyici ‘unsuru’ olarak ortaya çıkmış bir ilke. Çoğulcu bir sistemin devleti, öngörülebilir ve şeffaf olmalı. Yurttaşın, vergileriyle var olabilen devleti ile saygın ve özgür yurttaşlık temelinde ilişki kurabilmesi, devlet organlarının eylem ve işlemleri hakkında doğru bilgilendirilmesiyle mümkün. Özgür ve dürüst basının, gücün tek elde toplanmasını engelleyecek fren ve denetim araçlarından biri olarak kabul edilmesinin nedeni bu.

‘Havuz medyası’ olarak adlandırılan, iktidar yanlısı, genellikle aynı manşet ve içerikle yayın yapan gazete, dergi ve televizyonları, hiç kuşkusuz o dördüncü gücün ‘kötüye kullanılması’ ve giderek ‘işlevsiz hâle getirilmesi’ başlıkları altında ele alabiliriz. Havuz medyasından haber alan bir yurttaş ile internet üzerinden yayın yapan alternatif medyadan bilgilenen yurttaş grupları, apayrı iki ülkede yaşıyor gibiler ve bu durum Türkiye’deki kamplaşmanın belirgin nedenlerinden.

Dolayısıyla Türkiye’deki sert toplumsal kamplaşmanın doğup serpilmesinde basının rolü inkâr edilemez. Hâl böyleyken basın özgürlüğü konusu, gerek siyasal hesaplaşmalar ve gerekse büyük sermeyenin aldığı konum göz ardı edilerek ele alınamaz. Türkiye’de ‘dördüncü güç’ sıfatını hak eden basın, muhalif/alternatif olandır. Diğeri ise bırakın ‘dördüncü güç’ olmayı, ilk üçünün tek elde toplanması yolunda çaba harcayan ve demokrasinin güçler ayrılığı ilkesinin çöpe atılmasına yardım eden, gerçekleri ya görmezden gelen ya da çarpıtan bir ‘alet’ konumunda.

Yukarıda, basın özgürlüğünün anayasal ‘hak demetini’ de yakından ilgilendirdiğinden söz etmiştim. ‘Hak demeti’ derken kastedilen yalnızca basın özgürlüğüne ilişkin düzenlemeler değil. Anayasa hukukunda, temel hak ve özgürlüklerin etki alanını değerlendirebilmek için başvurulan bir olgu var: “Hakların ikili niteliği.” Anayasaya Giriş kitabının yazarı Yavuz Sabuncu’nun ifadesiyle:

“…Bir hakkın anayasa tarafından bireyler bakımından güvenceye alınması, aynı zamanda toplumsal bakımdan önem atfedilen bir ‘alanın’ da güvenceye kavuşturulması anlamına gelir… basın özgürlüğü, mülkiyet ve miras hakkı, bilim özgürlüğü ya da sözleşme özgürlüğü gibi hak ve özgürlükler de kurumsal/nesnel yönü özellikle ön plana çıkan ve birey-devlet ilişkisine indirgenemeyecek hak alanlarını güvence altına alırlar…”

‘İkili nitelik’ tanımı, basın özgürlüğünün bir anayasal hak olarak ‘tek başına’ ele alınamayacağını gösteriyor. Basın özgürlüğü ‘kurumsal’ olarak basını, ‘kişisel’ olarak basın organlarında çalışanları ve beraberinde başta düşünce/ifade özgürlüğü olmak üzere başkaca temel hakları ilgilendiren bir ilke. Haliyle basına tanınmış özgürlük ve öngörülen sınırlamalar, güvence altına aldıkları hak alanlarının toplamı düşünüldüğünde, demokratik bir siyasal iktidar modelinin de güvencesi haline geliyor. Yukarıda anlatılmaya çalışılan, “dördüncü gücün, demokratik sistem açısından değeri” meselesi, anayasal açıdan da “hakların birbirini tamamlayan” niteliğiyle birlikte ele alınmalıdır. Bu durumda, örneğin yürürlükteki Anayasa’nın (1982) 28. maddesinde düzenlenen “Basın özgürlüğü” konusu, 25. maddedeki “Düşünce ve kanaat hürriyetinden” ayrı düşünülemez. Hemen her hak ve özgürlük için benzer bir ilişkiden söz etmek mümkün.

Tam burada Üçüncü Havaalanı işçilerinin yaşadıkları güncel bir örnek olarak verilebilir. Bu satırlar yazılırken (Aralık 2018), hâlâ yirminin üzerinde işçi hak arama eylemleri (yüzlerce işçinin katıldığı) nedeniyle tutukluydu (haftalar sonra serbest bırakıldılar!). Özgür bir basın olsaydı ve demokratik bir toplumda, basının varlık nedeni olan, ‘halkın dürüstçe bilgilendirilmesi’ işlevini yerine getirseydi o işçiler tutuklanamazdı. Dolayısıyla basın özgürlüğüyle ilgili her değerlendirme, kaçınılmaz biçimde diğer temel hak ve özgürlüklerin gerçekleşip gerçekleşmemesiyle ilgilidir. Doğru haber alma hakkı engellenen bir halk, her gün aldığı ekmeğin niteliğinden dahi emin olamaz. Bu kadar basit.

 Türkiye’de basın özgürlüğünün anayasal tarihi

Osmanlı-Türk anayasalarında basın özgürlüğüne yer verilmiştir. Ne yazık ki bu uzun tarihsel süreçte basın özgürlüğü hiç bir zaman layıkıyla güvence altında olmamıştır. İlk anayasa Kanunu-u Esasi’nin (1876) 12. maddesine göre “Matbuat kanun dairesinde serbesttir.” Ancak bu anayasa ‘ferman anayasa’ kategorisinde ve temel hakların bir güvencesi yok. II. Abdülhamit’in meclisi 1878’de ‘tatile gönderip’ otuz yıl boyunca toplantıya çağırmadığı düşünülürse, anayasadaki basın özgürlüğünün fazlaca bir değeri olduğu/kaldığı söylenemez.

II. Meşrutiyet (1908) ardından yapılan 1909 değişikliklerinden biri 12. maddede. Hükmün ilk hali korunarak şu satır ekleniyor: “…Hiçbir veçhile kableltab (basımdan önce) teftiş ve muayeneye tabi tutulamaz.” Böylece anayasa, ‘basımdan önce’ denetim ve incelemeyi (sansürü) yasaklıyordu. Burada, Ahmet Şık’ın basılmadan önce toplatılan (İmamın Ordusu) kitabını hatırlayacaksınız muhtemelen. Kitap, devlet içindeki ‘Cemaat’ yapılanmasını anlatıyordu. 1909 değişikliğinden 102 yıl sonra Ahmet Şık’ın kitabının ‘toplatılmış’ olması (dönemin başbakanının Şık’ın kitabını kastederek, ‘bazı kitapları’ bomba yapım malzemeleri ile özdeşleştirmesi), Türkiye’nin basın özgürlüğü konusundaki hâlini göstermesi açısından manidardır.

1921 Anayasası (Teşkilat-ı Esasiye), Kurtuluş Savaşı koşullarında Anadolu’da hazırlanmış çok özel bir metindi ve kısacık anayasada basın özgürlüğüne yer verilmemişti. Cumhuriyet’in ilk anayasası olan 1924 Anayasası, sonraki anayasalardan farklı olarak temel haklara, devlet organlarının ardından yer veriyordu. Basın özgürlüğü 77. maddede hükme bağlanmıştır. Hüküm, 1909 değişikliği ile yenilenen 12. maddeyi olduğu gibi benimsemiştir. Ancak 1924 Anayasası’nın bir özelliği; kanunla düzenleme öngörmekle birlikte, kanunla dahi yapılamayacak sınırlamalar olduğu ilkesine yer vermemesidir. Bir Anayasa Mahkemesi’nin de var olmadığı koşullarda, basına ilişkin kanun değişiklikleri anayasal güvenceleri de ortadan kaldırır şekilde kabul edilebilmiştir. Dönemin hem tek parti (1931 tarihli Matbuat Kanunu) hem de çok partili (1950 tarihli Basın Kanunu) dönemleri, basın özgürlüğü açısından pek parlak yıllar sayılmaz.

Daha güvenceli bir durum 1961 anayasası ile kabul edildi. Anayasa’nın 23-27. maddeleri basınla ilgilidir. Her ne kadar 1961 Anayasası önceki dönemle karşılaştırılamayacak bir özgürlük alanı açmış olsa da, eski TCK’nin özellikle 141. ve 142. maddelerinin basının ve tüm düşünce yaşamının tepesinde asılı bir kılıç olduğunu hatırlatmakta yarar var. Halihazırdaki özgürlüklerin bir kısmı 12 Mart muhtırası ardından yapılan değişiklikleriyle geri alınmış ve 12 Eylül darbesi, son özgürlük kırıntılarını ortadan kaldırmıştır. 1982 Anayasası 28-32. maddelerinde, basın özgürlüğü ve bu özgürlüğün sınırlarına yer verir. 1982’den bugüne her ne kadar lafzında (sözünde) değişiklikler yapılmış olsa da, metnin ruhunun bundan fazlaca etkilenmediğini söylemek gerekir.

Bütün bir siyasi problemin parçası olarak basın davaları

Şu gerçeğin altını bir kez daha çizmek gerekiyor: Anayasa maddeleri ‘cansızdır.’ Onlara hayat verecek olan, yorumdur, uygulamadır. Yorum, yargı organları, bazı durumlarda idare ve doktrin tarafından yapılır. Kamu düzeni ya da genel ahlak, iç ve dış güvenlik gibi sınırlama nedenleri batı demokrasilerinde de kabul edilir. Ancak bir başka ülkede yüz binlerce yurttaşın barışçıl bir eylem yapması ‘kamu düzeni’ ilkesini ihlal etmezken, Türkiye’de bir avuç muhalifin bir araya gelmesi ‘kamu düzeninin’ ihlali kabul edilebiliyor. Buradaki sorun ‘kamu düzeni’ ilkesinin varlığı değil, o ilkenin nasıl ‘yorumlandığı.’ Yorum da, demokratik siyasal sistem olunup olunmadığıyla ilgili bir etkinlik.

Demek ki Türkiye’de basınla ilgili anayasa hükümleri, basın özgürlüğüne dair sorunlardan yalnızca biri. Bunun dışında, yürürlükteki Anayasa’nın temel haklara ilişkin diğer ilkelerinin nasıl düzenlendiği ve yorumlandığı, ayrıca anayasa dışı mevzuat -örneğin Basın Kanunu ve terör tanımı her zaman tartışmalı olmuş TMK (Terörle Mücadele Kanunu) gibi- son derece belirleyici. Özellikle son yıllarda yaşanan ve giderek koyulaşan otoriter yönetim anlayışı da, Türkiye’de basın özgürlüğü konusunun salt bir anayasa/yasa konusu olarak ele alınmasını imkânsızlaştırıyor. Yalnızca bir pozitif hukuk konusundan söz etmiyoruz. Nitekim, devleti yönetenler henüz haklarında bir yargı kararı dahi olmayan gazetecileri terörist olarak nitelendirebiliyor. Oysa bu, açıkça bir anayasal ilkenin (suçsuzluk karinesi) görmezden gelinmesidir. Özellikle ‘yurt dışından’ yöneltilen sorularda, Türkiye’de cezaevinde olan gazetecilerin gazetecilik faaliyeti nedeniyle içeride olmadıkları rahatlıkla dile getirilebiliyor. 1980’lerde, darbe yapan generallerin başındaki Kenan Evren ve 1983’te seçim kazanarak başbakan olan Turgut Özal’da da benzer eğilimler mevcuttu. Bir insanın gözaltına alınma ve tutuklanma gerekçesi, o insan hakkında verilmiş ‘kesin hüküm’ gibi yansıtılıyor ki, bu durum hukuk devletinin sonudur.

Şunu da hiç unutmamakta yarar var: Sözü edilenlerin tümü siyasi içerikli davalar ve siyasi davalar siyasal koşullarla ilişkilidir. Türkiye’de yalnızca üç beş yıl önce çok sayıda asker ve sivil, darbeci oldukları gerekçesiyle ağır hapis cezalarını mahkûm edilmişlerdi. Mahkûmiyetlerinden kısa süre sonra davalar çöktü. Son yıllarda, başta ‘Cumhuriyet Gazetesi davası’ olmak üzere basın davalarının, salt bir hukuk konusu olmaktan çok, bütüncül bir siyasal sorunun parçası olarak okunmasında yarar var. Hem basın özgürlüğü kavramı, hem sözleşmeler ve AİHM kararları yargılananlardan yana olmakla birlikte gazeteci yargılamaları hız kesmezken; AİHM kararlarına aykırı bir suç olan ‘cumhurbaşkanına hakaret’ davalarının vardığı nokta evlere şenlik.

Ezcümle, basın özgürlüğü konusu ancak diğer temel hak ve özgürlüklerle birlikte ele alındığında ve siyasal düzenin tüm unsurlarıyla birlikte düşünüldüğünde anlamlı bir tartışmanın konusu olabilir. Ya da şöyle söyleyelim, anayasanın üzerine yerleştiği sacayağı olan ‘güçler ayrılığı’ ilkesinin berhava edildiği koşullarda, basın özgürlüğü tartışması ‘yalnızca’ bir hukuk tartışması değildir. Olmaması gerekir. Basın özgürlüğü için verilen hak mücadelesinin, ‘teknik hukuk tartışması’ içinde maharetle boğulmasına izin verilmemelidir.

Bu makalede dile getirilen görüşler yazara ait olup Uluslararası Basın Enstitüsü’nün görüşlerini yansıtmayabilir.